Eğer ki, yolunuz, Bafa gölü kıyısından Milas-Bodrum istikametine düşerse, Selimiye’yi geçince karşınıza ilk çıkan kahverengi tabela sizi Labranda ( Koca Yayla ) olarak da bilinen, Karya döneminin dinsel merkezli antik dönem yaşam alanına götürür…Antik dönemde Latmos olarak da bilinen Beşparmak dağlarının Güney yamaçlarına kurulu olan Labranda ile Milas arasında, o dönemde dinsel yürüyüş yolu olarak kullanılan 12 Km lik bozuk asfalt yol, daha ovadan ayrılmadan batıya doğru uzanan başka bir ikinci kola ayrılarak, sizi kekik kokulu yamaçların içinde süzülerek ummadığınız farklı doğal ve kültürel bir zenginliğin ortasına taşır… Yakın zamandan beri Çomakdağ köyleri olarak bilinen Ketendere, Kızılağaç ve İkiztaş köylerinden herhangi birisine uğradığınızda, güneybatı Anadolu'yu Osmanlılardan önce yöneten ve göçebe bir kavim olan Menteşe Türklerinden kalma izlere ve binyıllık bir geleneksel yaşam biçiminin zenginliğine ulaşırsınız…
Latmos (Beşparmak) dağlarının zirvesine yakın bir noktada, özelliklerini yitirmeden yasayan birbirinden değerli bu güzel Türkmen köyleri, Anadolu’nun diğer köylerine hiç mi hiç benzemiyor. Ne doğu’nun sarı toprak rengi, ne de Karadeniz’in yeşili var orada. Latmos dağının kayalıkları arasında serpiştirilmiş taş duvarlı, ahşap tavanlı, rengârenk boyalı kapı ve pencere süslemeleri ile kesme taş mimarinin en güzel örneklerini görebileceğiniz bu köyler adeta bir açık hava müzesi konumundaki yerleşkeler…
Latmos dağlarına sırtını yaslayıp Milas ovasına bakan bu şirin köyler, gitmesek de, görmesek de bizim olan köylerimizden sadece birkaçı… Doğanın vermeyip de kendilerinden esirgediği renkleri, desen desen,renk renk evlerinin pencerelerine,ahşap tavanlarına ve dolap kapaklarına işleyen usta ressamların köyü…
Bu üç köyden Ketendere, geleneksel ev mimarisini ve yaşam kültürlerini günümüze dek koruyabilen sayılı köylerden. Çomakdağ adını köy girişindeki tabelaya yazdırma becerisini gösteren Kızılağaç ve daha yukarıda kaldığı için gözden de ırak kalan İkiztaş’ı Ketendere’den ayıran asıl sebep, yol güzergâhının farklı olması mıdır, yoksa İkiztaş ile Ketendere’nin kendi paylarına düşen tanıtım hisselerinden gerektiği şekilde yararlanamaması veya tanıtım eksikliği midir bilinmez…
İzmir’e ilk geldiğim 1996 yılı içinde, fırsat buldukça çıktığım Ege’yi keşif yolculuklarım esnasında yolum önce Ketendere’ye düştü… Karşılıklı iki aracın zor geçtiği, sel sularının delik deşik ettiği, üzerinde sadece asfalt kalıntılarının olduğu Ketendere’yoluna girdiğimde, daha ilk kilometrede geri dönmeye karar verdiğimi ama geri dönüş manevrası yapacak kadar geniş bir alan bulamadığım için zorunlu olarak yola devam ettiğimi çok iyi hatırlıyorum… Küfürün bini bir para şeklinde devam eden bir kaç Km’lik yolculuk, ne de uzun gelmişti o zaman…
Köy meydanı olarak adlandırılan ama meydandan başka her şeye benzeyen acık alana ulaştığımda az da olsa nefes aldım. Meydana bakan, yüksek merdivenli ve üzerinde “kahve” yazan tabelanın asılı olduğu balkona çıkıp, köye gelişime hayret ve şaşkınlıkla bakan kahve sakinlerinin yüzünü gördüğümde, benim de şaşkınlığım bir o kadar arttı. Üzerimde yoğunlaşan şaşkın gözlerin baskısından kurtulup da çevreye bir göz gezdirdiğimde şaşkınlığımın boyut değiştirdiğini dün gibi hatırlarım…
Dünle bugünü ustaca kaynaştıran mimari bir üslupla kesme taştan yapılmış sempatik evlerde bacaların uzun ve estetik görünüşleri,mavi boyalı ahşap üzeri işlemeli kapı ve pencereleri oldukça ilgi çekici gelmişti.Hele bir de o renk cümbüşü arasına yöresel renkli giysileri kendilerine has baş bağlama usulleriyle, başlarını da süsleyen renk, renk çiçeklerle kapı önlerindeki köy kadınlarını görünce “Tanrım beni hangi çağa ışınladın” demekten kendimi alamadım…
Evlerin baca tepelerinde, yarım ay, ya da kartal başı şeklindeki figürlere hayretler içinde baktığımı çok iyi hatırlıyorum. Daha sonra kahvedeki sohbetten anladım ki, otantik bir mimari şaheser konumundaki bu köy evleri, yörede çokça bulunan iri yontma taşlardan yapılmış. Taşlar arasına yerleştirilen küçük kiremit parçaları ise, hem yapıyı sağlamlaştırıyor hem de estetik bir görünüm kazandırıyordu.
Bu evlerin yaratıcılarından biri olan İbrahim AYDOĞDU’nun köyde yaşadığını öğrendiğimde ise heyecan katsayım daha da arttı… Kahveden bir kişinin rehberliğinde çıkarak beş dakika sonra İbrahim AYDOĞDU ustanın evinin kapısını çalarken bulduk kendimizi… İbrahim amca ziyaretimizi pek anlamlandıramadı önce. Sohbet koyulaşıp da çay bardakları ardı ardına dolup boşalmaya başladığında bütün hikâyesini dinleyiverdim ustanın…
Köy içinde sıvanmadan taş duvar görünümlü sade haliyle kalmış birkaç eve bakarak “ bu evleri bir buçuk, iki ay gibi bir sürede bitirdiğini !..” söylüyor övünerek. “ Şimdi ev yapılmıyor !. diyor, “kepçeyi vuruyorlar toprağın karnına,dolduruyorlar betonu !.. Sonrada ev diyorlar ona ” diye ardı ardına sıralıyor sitemini günümüz ustalarına.
İbrahim dede 76 yasını geride bırakmasına rağmen hala dinç görünüyor, ancak ustalığı da bırakmış artık; kendi elleriyle yaptığı evinde, yine kendi elleriyle renklendirip boyadığı pencereden Milas ovasını seyre dalıp, kendi deyimiyle ömrünü tamamlıyormuş gün boyu…
Hala nasırları silinmeyen ellerini açıp gösteriyor ve “ Şimdilerde isin kolayı çıktı “ diyor. “Örüyorsun tuğlayı, döküyorsun betonu, oluyor sana ev “ diyor, mırıldanarak, memnun görünmeyen bir ifadeyle. Çomakdağ köylerinde diğer komşu köylere göre tuğla ev sayısı çok az belki ama yine de azımsanmayacak kadar var…
Evlerin pencerelerini süsleyen rengârenk tahta kepenklerin boyaları yavaş, yavaş silinmeye yüz tutmuş olsa da, usta ellerin eseri olduğunu ayan beyan sergilemeye yetiyor halen daha. İbrahim amcanın dediğine göre i, Bodrum ve Marmaris'ten gelerek, bu kapı ve kepenkleri yok pahasına satın alıyorlarmış, ana yapıdan koparıp götürdükleri usta işi renkli boyalı tavan ve kapılar artık Bodrumda lüks barların tavanlarını süslüyor diyor… İbrahim amca eserlerinin bir, bir öldüğünü, göz göre, göre yok olup gittiğini bilen, gören çaresiz bir görüntü profili içinde duruyor şaşkın gözlerimin önünde…
İkiztaş, Kızılağaç ve Ketendere köyleri Çomakdağ köyleri olarak isimlendirilmekte. Kesme taş evleri ve köy halkının yöresel kıyafetleri görülmeye değer. Evlerin ahşap oymalarının renkleri solmuş da olsalar, yer,yer hala kullanılıyor. Kapılarda, tavanda ve dolaplarda bulunan çok renkli oymalar sanatsal bir değere sahip.
Ayrıca kendilerine özgü yöresel düğünleri nedeniyle özellikle de yaz aylarında düğün olan günlerde köylerin ziyaretçi trafiği de artıyormuş. Düğünleri dört gün sürüyor. Köy halkı, geleneklerinden kopmadan yaşamaya devam ediyor. Dibekte buğday dövülüyor, evlerin verandalarında renkli giysileriyle kadınlar, plastik leğenlerde elleriyle çamaşır yıkıyor. Düğünlerde silah atışları yapılıyor ve en iyi atışı yapana oğlak hediye ediliyor, kadınlar kendi aralarında eğleniyorlar, gelin alınıyor ve duvak günü yapılıyor..
Her yeni evlenene "haney" adı verilen küçük evler yapıyorlar. Herkes evini yuvasını biliyor. Köyde gelin kaynana geçimsizliği olmadığını özellikle söylüyorlar. Evlerde masa, sandalye, koltuk yok. Sedirlerde veya yerde büyük minderlerin üzerinde oturuyorlar. Yemekler de yer sofrasında yeniyor. Sohbetlerde kadın erkek ayrımı yok, herkesin söz hakkı var.
Milas’tan Labranda yoluna girdiğimizde, Ketendere yol tabelasını çok aradık. Dağın nerdeyse zirvesine ulaştığımız bir anda, eğer bir köy minibüsüne rastlamasaydık, tabelayı ve doğru yolu bulmak da oldukça zor olacaktı.
Geldiğimiz onca yolu geri dönmenin sıkıntısını bir zeytin ağacının dibinde rastladığımız yaslı bir amca sayesinde atlattık. Sağa dön, sola dön gibi klasik tarifler, “buradan tam beş dakika sonra sağa dön” diye bitince biz de koptuk… Araçla gidilen bir yolda, beş dakikalık mesafenin kaç Km ile eş değer olduğunu hesaplamakla geçti yolculuğumuz…
Çomakdağ Köylerinin hemen hepsinde tarım arazisi yok. Silisli kaya blokları arazinin tamamını kaplıyor. Köylerde yaşamın büyük bölümü zeytincilik ve hayvancılıkla uğraşarak geçiyor. Kendilerine yetecek kadar zeytini ayırıyorlar kalanı da yağ yapıyorlar. Tüm yoksulluklarına karşın köyde herkes mutlu ve güler yüzlü…
Umarım ve dilerim ki; köylerde hâkimiyeti elinde tutan şu anki nesil çekildiğinde birçoğumuzun yabancı olduğu veya unuttuğu bu kültürel zenginlik kaybolmaz, solmuş fotoğraf karelerinde masalsı renkler olarak kalmaz ve dilerim ki kaybettiklerimiz hanesine bir çentik daha atmayız Çomakdağ’ın insanlarını sadece günü birlik gidip gelişlerle hatırlayıp, sonrasında unutarak…