Bilge der ki; Dağlar kendi arasında selamlaşır; nasıl mı? Uzaktan uzağa şimşeklerle. Anadolu Halk Edebiyatı ve Kültüründe dağlar üzerine söylenmiş öyle söylence vardır ki kimi zaman türkü olup destanlaşır, kimi zamanda efsane; an gelir hangi türkü, hangi dağa yakılmış, hangi söz, hangi dağ için söylenmiş karıştırır insan ve kulaktan kulağa anlatılagelenler zamanla masalsı bir hal alır, halk arasında. Nice canlara sığınak olan ve yöresinde yaşayanların içsel bağlar kurduğu dev kütleler adeta dile gelir de konuşur; o yüzden Anadolu’nun her daim başı dumanlı yüksek dorukları masalların, aşkların, şiir ve tüm bir yaşamın mekânı olup çıkarlar.
Anadolu kültüründe dağlar, onlara atfedilen yücelik, saygı ve hayranlığın yanında koruyucu olarak da görülür. Bazı dağlar, haklarında anlatılan efsanelerle, insanda uyandırdıkları saygı ve sevgiyle daha da bir ünlenir, önem kazanır. Öyle ki Anadolu coğrafyasında yer alan irili ufaklı birçok dağın doruğunda, kimi zaman türbeleşmiş bir mezar kalıntısı, bazen de yılın belli aylarında ayinselleşmiş toplu gidiş gelişlerle adeta kutsal bir ziyaretgâh haline dönüşmüş, adakların adanıp, dileklerin tutulduğu kalıntılar görmek hep mümkündür. Kısaca herkesin bildiği o sıradan taş bağırlı kütleler, sanki biraz da Anadolu insanı sayesinde can bulurlar… Öyle ki; bizim dahi, dünyamızda içselleştirip kutsadığımız özel bir yeri vardır dağların; durmadan gidip gelişlerimizin ardında yatan gerçek nedeni bir türlü, açık ve net adlandıramayışımız da ondandır belki; kim bilir…
Dağlara uzaktan bakmak ve anlatılanların gölgesinden onları izleyerek hayaller kurmak başka bir şey; lakin dağa yaklaşıp, hele ki bir de geceyi ya da geceleri, onun taş bağırlı yamaçlarında geçirmiş olmak, sizi bilmem ama her seferinde bambaşka izler bırakır benim ruhumda… Gecenin en koyu sessizliği içinde her sesi duyar, her şeyi de görür insan; zifiri karanlığı yırtarcasına göğe doğru yükselen o devasa taş kütleler dile gelir de konuşur kimi zaman; her sesi duyup anlamlandıramasa da insan, o karanlıkta her şeyi nasıl görebileceğini kavrayamaz, yaşamayan… Sıradan bir siluet bile anlam kazanır, bilinçaltından kopup dağın taş bağırlı yamacına gelip oturur çoğu zaman… Hey gidi dağlar! Belki de o sebeple adam eder bağrında konuk olanı…
Efendim uzatmayalım, anlatmaya çalıştıklarımızla yüzleşeceğimiz bir dağ birlikteliğimiz olsun dileğiyle; her dağın bizde saklı ayrı bir hikayesi olmakla birlikte, geçtiğimiz günlerde tekrarlayıp, sıkça ziyaretine gittiğimiz SANDRAS (sen büyüksün) dağının yeri ve öyküsü daha bir başkadır gönlümüzde… Sandras Dağı hâlâ yaşayan söylenceleri, gelenekselliğini koruyan asırlık yaşam kültürü ve üretim biçimleri, akıllara durgunluk veren doğa değerleriyle dikkat çeken özel bir coğrafyadır.
Batı Toroslar’ın son uzantısı olan Sandras Dağı’nın güneyi Muğla’nın Köyceğiz ilçesine bakarken, kuzeyinde ise Denizli’nin Beyağaç ilçesi yer alır. Dağlar arasında ayrımcılık yapmam lakin Sandras Dağı sanki başka bir güzel; gidip de görenler ne der bilemem... Gökçealan göledinin hemen yanı başından yükselen ve bugünlerde eteğinde faaliyet gösteren bir taş ocağının an be an bağrını delip parçaladığı Atkuyruksallamaz Dağının gece gündüz gölete düşen o muhteşem silueti öyle acılı ve hüzünlü ki Sandras’ın gölgesinde kalmışlığı, ona yenilmişliği bir kez de insan eliyle tescilleniyor sanki. Dağın Köyceğiz yamacındaki Ağla yaylasında anlatılan bir Efsane bu ya; Sandras Dağı ile Atkuyruksallamaz Dağı bir gün kavgaya tutuşurlar. Atkuyruksallamaz Dağı’nın attığı taşlar Sandras’a ulaşamaz. Oysa Sandras Dağı attığı her taş ile Atkuyruksallamaz Dağı’nın tepesini uçurur; tıpkı bugün bağrını delen iş makineleri gibi. Bunun üzerine Atkuyruksallamaz dağı Sandras karşısında yenilmişliğin kabulü ve “sen büyüksün” anlamına gelen “Sen dırazsın” demek zorunda kalır. Dağın asıl ismi de o yüzden Sandıraz…
Yüksekliği 2 bin 295 metreyi bulan zirvesiyle Sandras, burada yattığına inanılan bir Anadolu ereni adıyla “Çiçek Baba” olarak da biliniyor. Köyceğiz’e bağlı Ağla (yeni adı Yayla) sakinlerinin rivayeti odur ki; zamanında İran’ın Horasanındaki 72 eren, bir gün ayağa kalkıp, ellerindeki asalarını Anadolu, Balkanlar ve Ortadoğu’ya doğru fırlatırlar. Asaların her biri farklı dağların zirvelerine doğru yol alırken, Erenlerin beşinin asası Ege yöresinin en ulu dağlarına; bölge sakinlerinin verdiği adlarla Atkuyruksallamaz, Şimşir, Ölemez, Aygır ve Sandras’ın doruklarına düşer. Bu kutsal Asalar bir süre dağların yücelerinde sahiplerini bekler. İşte bu beş eren, onlar gibi sırrına tam olarak eremediğimiz maneviyat dünyasında içsel yolculuklardan geçerek asalarına doğru yola çıkarlar; Erenlerden Çiçek Baba, Sandras’ın zirvesinde asasına kavuşur ve bu dağın yücelerini yurt edinip kendine mekân tutar… Anadolu Dağlarının doruklarında son bulan ve tekrarlanarak günümüze kadar uzanan bu ilahi yürüyüşlerin benzerlerini her yörede görmek mümkün; her yıl Ağustos ayının üçüncü Çarşambasında Sandras’ın Köyceğiz’e bakan güney yamaçlarından ve Beyağaç ilçesine bakan kuzey yamaçlarından, efsaneye inanmış yerel toplulukların iki kol halinde geceden başlayan ayinsel yürüyüşleri de Kuzeyde Kartal gölü, Güneyde Gökcealan göleti kıyısında oba kurup, bir gün dinlenerek başlar. Şafakla birlikte başlayıp dağın zirvesinde son bulan, kurbanların kesilip dileklerin tutulduğu bu kutsal yolculuğu yerel halk ile birlikte yaşayarak yapmak en büyük arzum; lakin ya ben uygun olamadım ya da dağ beni çağırmadı da o kutsal törende bir türlü bir araya gelemedik Eren ile...
Yine bir 19 Mayıs haftasında, İzmir’den gece başlayan Sandras yolculuğumuz, dağ hakkında söylenegelen bu efsanelerin bellekte bıraktığı izleri kovalayarak Köyceğiz gölü kıyısında ve yine bir sabah serinliğinde, Ölemez dağının doruklarından kopup, göl sularının serinliğinde yıkanmış içimi titreten o bildik rüzgâr ile son buldu. Yine her yer kapalı ve yine alışveriş yapmak için dükkânların açılmasını bekliyoruz. Köyceğiz meydanına bakan Börekçi ilk açan iş yeri; fırından yeni çıkmış börekleri sıcak çaylar eşliğinde mideye yollayıp yeni güne merhaba dedik. Hava açık ve daha sabah olmasına rağmen sıcaklık 20’C lerde; servis aracımızla yol alarak çınar ve sarıçam ağaçları arasından Köyceğiz ve Ölemez dağına bakan 850m rakımlı Ağla yaylasına geldiğimizde saatler 08.15’i gösteriyordu. Muhtar Hasan’ın köy meydanındaki koca çınar ağacının dibine kurduğu kahvaltı masalarına oturduğumuzda yine Ölemez dağından eserek gelen, kim bilir belki de bizi takip ederek Sandras’ ulaşmak isteyen o bildik rüzgar ile biraz daha ürpererek titredik; Allahtan kahvaltı masamızı süsleyen Tavada Zeytinyağlı yumurta ve sıcak çaylar imdadımıza yetişti de üşümekten kurtulduk…
Bu yıl Sandras’a varış nedenimiz, zirvesinde yattığı söylenen Eren’i ziyaret etmekten çok, zirvenin eteklerine dağılmış ve yaşları 700 ile 1.000 yıl arasında olduğu söylenen Anıtsal Çam ağaçlarını fotoğraflamaktı. Atkuyruksallamaz dağının hemen gölgesinde yer alan ve dağın bin bir yerinden gözeler halinde çıkarak akan kar sularının beslediği Gökcelan göleti her zamanki muhteşem dinginliğiyle karşıladı bizi… Kamp alanı yine yeşil ama ayak bastığımız her bir nokta su üstünde yüzen bir adacıkta olma duygusu yaratıyor insanda… Gündüzleri ısınan hava ile eriyen kar sularının çadır alanını basmayacak bir yer bulmakta yine zorlandık; en kuru yerlere dizi, dizi kurduk çadırlarımızı ve dinlenmeye çekildik.
Sandras, İzmir 2 No’lu Kültür ve Doğa Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından 1995 yılında 1. derece doğal ve arkeolojik sit alanı ilan edilmiş; dağın etekleri, özellikle de Kartal Gölü’nün çevresindeki 1.309 hektarlık bölge ise tabiatı koruma alanı statüsünde. Sandras Dağı, yüksek kesimlere özgü serpantin florası içeren en iyi örnekleri barındırması nedeniyle büyük önem taşıyor (Serpantin; içinde çoğu kez izleri görülebilen olivin, piroksen veya amfibolün başkalaşmasından oluşan hidratlı manyezi silikatlarından bileşmiş, beyaz lekeli yeşilimsi kültle…)Serpantin gibi minarellerce zengin kayaçların korunması da dağın eteklerindeki bin yıllık anıtsal çam ormanlarının korunması kadar önemli ve Sandras, Türkiye’de acil koruma altına alınması gereken alanların başında geliyor; bu da ancak tam bir jeolojik izalasyon ile mümkün ki bizimkiler dağın eteklerinde faaliyet gösteren taş ocaklarına müsaade edebiliyorlar….ani kısaca Sandrasın eteklerinden başlayan ve dağı delik deşik eden taş ocakları bir yandan Serpantin florasını yok ederken, neredeyse 700 yıldan fazladır bölge halkının kutsal bir ziyaretgahı haline gelmiş dağın efsanevi ve masalsı yanlarının da silinerek, çok bilmiş rantiyeciler eliyle yok ediliyor; bir dağ, b Sandras, Türkiye’de acil koruma altına alınması gereken alanların başında gelir ir kültür, bir doğal cennet daha elimizden uçup gidiyor…
Sandras Dağı, 81’i Türkiye’ye özgü endemik, yaklaşık 750 taksonun kayıtlı olduğu zengin bir flora çeşitliliği ve sahada karaçamın saf meşçereler oluşturması, aralarında anıt ağaç niteliği gösteren yaşlı ve boylu fertlerin bulunmasıyla nadir orman ekosistem özelliğine sahip bir doğal cennet.
Bakınız işin uzmanı bir Biyolog-Ekolog (Ferdi Akarsu) SANDRAS ile ilgili ne söylüyor: “Uluslararası Koruma Örgütü (Conservation International), çok sayıda uzmanla birlikte var olan canlı türlerinin neredeyse yarısına hayat veren ‘35 Sıcak Nokta’ (Hot Spot) belirledi. Sandras Dağı, bu alanlardan ‘Akdeniz Sıcak Noktası’ içinde yer alıyor. Yani Sandras’ta yaşayanlar ya da bu dağı ziyaret edenler aslında dünyanın 34 eşsiz doğal alanından birini görüp tanıma olanağı elde ediyor.” Bu tespite ek olarak; çok sayıda doğa gözlemcisinin Sandras Dağı eteklerindeki eşsiz karaçam ormanlarını, sadece Anadolu ve bazı Yunan adalarında rastlanan Anadolu sıvacı kuşunu görmeye geldiğini, Sandras Dağı’nın aynı zamanda dünya üzerindeki yaşam alanı sadece Sandras Dağı’yla sınırlı zarif nakıl (Silene brevicalyx) gibi dokuz bitki türüne yaşam alanı sağladığını da söylüyor…
Kampın ikinci günü, bir gün önceki gece yolculuğunun yarattığı yorgunluktan arınmış bir beden dinginliği içinde başladı… Gece, hava sıcaklığının 5’C lere düşmesi ve çadır altı zemindeki nem oranı bir çoğumuzu üşüttü ancak gece boyunca hiç susmayan Gökcealanın kurbağalarını dinlemek ve tavşan uykularına dalmak da güzeldi. Göl kıyısındaki koca çamın dibine kurduğumuz kahvaltı masasında evden gelenler görücüye çıktı ve nefis bir kahvaltı sonrasında hedeflediğimiz alana Sandrasın eteklerinde yer alan kayaçlar ve anıt ağaçların bulunduğu 2.200m rakıma doğru keyifli bir yürüyüşe başladık…
Erimeye başlayan karların altında saklanmış kar çukurlarına özenle dikkat ederek Mayıs ortasında kar çiğnemek, kar kokulu buz gibi sulardan yudumlamak, bin yıllık anıt ağaçlara sarılarak onlarla duygusal bağlar kurmak, serpantin kayaç örneklerine rastlayarak onlara dokunmak ve fotoğraflamak bana önceki gelişlerimizde gerçekleştirdiğimiz zirve yürüyüşlerinden daha anlamlı geldi ve Eren Babanın mezarına gitmek kadar kutsal ve değerliydi...
Her ne kadar Çiçek Baba’yı ziyaret edememiş olsak da Baba Eren’in bana,“ Benim asam neyse senin de kalemin, dilin ve anlatacakların önemlidir evlat…” dediğini de söylemeden geçemeyeceğim… Sandras kadar suyu çalınarak şişelenen tesisler ve yasal kılıflara uydurularak Serpantin Kayaçlarından Olivin çıkartan şirketlerden acilen kurtarılmalı ve dağa girişler kontrol altına alınmalı ve bir açık hava müzesi konumuna büründürülmeli derim. Cünkü Sandras, yöre insanının efsanelerini anlatıp da bir kenara çekildiği, uzaktan uzağa izlediği bir dağ değil, onların yaşantısına uzaktan uzağa görsel fon oluşturan bir yükselti hiç değil; 700 yıllık bir süreçte içselleştirdikleri bir kutsal ziyaretgah ve eteklerindeki Folara çeşitliliği ile az bulunacak bir doğal Cennet…
Maalesef ki Cenneti Cehenneme döndürmeyi çok iyi bilen bir toplum yapısıyla Sandras’ı nasıl daha fazla koruyup kollayacağız onu da artık işin uzmanları düşünsün; benden bu kadar… Eren babanın hatırına bel ki sizin de yapacak birşeyleriniz vardır; okumak,araştırmak ve daha çok okunsun, duyulsun diyerek paylaşmak mesela...